Kamuoyu İçin Bilgi Notu: Afetler, Riskler, Önlemler…
Eklenme Tarihi: 28/03/2023
Kısaca Afetler:
Bilindiği
gibi afetler İnsan Kaynaklı ve Doğa Kaynaklı olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Konumuz
olan Doğa Kaynaklı afetler; Depremler, Tsunami, Volkan Patlamaları, Kütle
Hareketleri gibi olanlar Jeolojik
afetler, Sel ve Taşkınlar, Deniz Kabarmaları, Heyelan, Çığ gibi olanlar Hidrolojik afetler, Fırtına, Hortum,
Sis, Dolu gibi olanlar Meteorolojik
afetler, Anormal sıcaklıklar ve Aşırı soğuklar, Sıcak Hava ve Soğuk Hava
Dalgaları, Yangınlar gibi olanlar Klimatolojik
afetler, Salgın Hastalıklar, Böcek istilaları gibi olanlar ise Biyolojik afetler olarak tasnif
edilmektedir.
Bahsi geçen
olaylar her ne kadar Afet olarak tanımlansa bile bunlar sadece doğa
olaylarıdır. Afet bu doğa olaylarının sonucunda yaşanan yıkım ve tahribatın
genel adıdır.
Örneğin bir
bölgede yoğun bir yağış sonucu ortaya çıkan sel ve taşkınların etkilerinin
kısıtlı ve geçici olması halinde olay, Acil
Durum olarak nitelendirilirken, aynı bölgenin başka bir yerinde aynı
meteorolojik ve hidrolojik olaylar sonucu geniş ve yıkıcı bir tahribat oluşmuş
ise Afet olarak
nitelendirilmektedir.
Hemen hemen
her gün dünyanın bir köşesinde bir şeyler oluyor. Dünyada her yıl Richter
ölçeğine göre 5 büyüklüğünde 1000 civarında deprem olmaktadır. Yine istatiksel olarak her üç günde bir 6
büyüklüğünde deprem oluyor. Ancak bunlardan sadece bazılarının yıkıcı etkisi
olmaktadır. Bu etki depremin niteliğinden çok gerçekleştiği bölgedeki yaşam
alanlarının maalesef kırılganlığından kaynaklanmaktadır. Benzer tablolar
tayfunlar, taşkınlar ve pek çok doğal olaylar için de söylenebilir.
Kısaca Tarihteki Afet Önlemlerinden
Örnekler:
10 binlerce
yıldır insanoğlu parçası olduğu doğanın bu türlü aşırılıklarına karşı uyumlu
bir yaşamayı aramıştır.
İnsan, izah
edemediği, kavrayamadığı jeolojik ve meteorolojik olayların nedenlerini tarihi
boyunca tanrısallıkla yorumlasa bile, kaderine boyun eğmek yerine şiddetli doğa
olaylarından sakınmanın yollarını aramıştır.
Bu günün
modern dünyasının “Risk Yönetimi” için önemli bir başlık olarak ortaya koyduğu
“Mekansal Planlama” kavramı binlerce yıl öncesinde de deneyimlerden çıkarılan
derslerle hayata geçirilmekteydi.
Antik
Mısırda Nil nehri taşkınları önceleri sorun teşkil ederken sonraları tarımsal
sulama kaynağı haline dönüşmüştür.
Atalarımız
yerleşim yerlerini seçerken, suya erişebilirliği öncelese bile taşkın
yataklarının dışında kalmayı gözetmiş, depremlere karşı sağlam zeminin önemini
anlamış ve dolayısıyla yamaçlara yerleşmeye çalışmıştır. Böylelikle tarımsal
alanlarını da daha verimli kullanabilmişlerdir.
Ancak üretim
ve buna bağlı olarak ticaretin gelişmesiyle kentler, özellikle kıyı
yerleşimleri büyümeye başlamış, doğa olaylarına karşı mekânsal avantajlar
ikinci planda kalmıştır. Buna karşılık kentlerin ve kentlerdeki yapıların
güvenliği ön plana çıkmaya başlamıştır.
Örneğin 1509
yılında İstanbul’da 7,7 büyüklüğünde olduğu tahmin edilen bir deprem
olmuş, kimi kaynaklara göre 5 bin,
kimilerine göre 13 bin civarında can kaybının olduğu 10 bin civarında insanın
yaralandığı, şehir surlarının ve 1200 civarında yapının yıkıldığı kayda
geçmiştir. Bu depremin ardından dönemin İstanbul şehir yönetimi “Deprem Önlemi”
olarak İstanbul’da taş yapıyı yasaklayarak evlerin ahşaptan yapılmasına karar
vermiştir.
Fakat başka
yerdeki başka bir afet insanları tersi önlemler almaya zorlamıştır. Bu duruma
gösterilecek örnek ise 1666 yılında olan Büyük Londra yangınıdır. Kayıtlara
göre 13.200 ev yanmış, 80 bin kişinin yaşadığı Londra’da 70 bin kişi evsiz
kalmıştır. Ayrıca pek çok kilise ve kamu binası da kül olmuştur. Bu yangının
ardından sokak ve cadde genişliklerinin artırılması, caddelerin nehre kadar
götürülmesi gibi kent planı yapılırken, ahşap ev yapımı yasaklanmış yerine taş
ve tuğladan ev yapılması kararı alınmıştır.
Tarihteki
bir başka önemli örnek 1755 Lizbon depremidir. Richter ölçeğine göre 9,0
büyüklüğünde olduğu tahmin edilen deprem ve arkasından gelen tsunami dalgaları
şehirde çok büyük bir hasara sebep olmakla birlikte 60 ila 100 bin civarında
insanın ölümüne neden olmuştur. Tarihteki en yıkıcı depremlerden biri olan
Lizbon Depremi, pek çok toplumsal ve bilimsel değişimlere vesile olurken, belki
de afet sonrası müdahalede organize olup koordineli bir şekilde sürecin
yönetilmesi açısından ilk örneklerden biri olmuştur. Depremin ardından ordu
dahil tüm devlet unsurları harekete geçirilmiş kent güvenliği sağlanmış, kent
dışından yiyecek temin edilmiş ve dağıtılmış, kısa sürede depremin şoku
atlatılarak Lizbon’un yeniden inşa sürecine girilmiştir. Üstelik depremde
yapıların sünekliğini sağlayıp yıkılmasını önlemek amacıyla taş ve ahşap
malzemeler birlikte kullanılmış ve bu uygulama ile deprem mühendisliğinin ilk
örneklerini oluşturmuşlardır. Yine şehir planlaması açısından da örnek teşkil
eden ilk uygulama hayata geçirilmiştir.
Kısaca Türkiye’de Deprem:
Türkiye’de
çoğunlukla jeolojik ve hidrolojik kaynaklı afetler görülmektedir. Yaşanan
afetlerin yaklaşık %70’i deprem ve taşkınlardan oluşmaktadır. Ancak depremler
yarattıkları tahribat ve sebep oldukları ölüm oranları açısından diğer afet
türlerinin %65 ile açık ara önünde bulunmaktadır. (6 Şubat 2023 Kahramanmaraş
depremleri hariç)
Dünyanın en
önemli deprem kuşaklarından biri üzerinde bulunan Türkiye’nin yüzölçümünün %
66’sı büyük depremlerin olabileceği en tehlikeli alanlardır. Türkiye
topraklarının % 96’sı ise değişik büyüklükte deprem tehlikesinin yaşanabileceği
yerlerdir
Antik
çağlardan buyana Anadolu coğrafyasındaki pek çok medeniyetin yıkılıp yeniden
kurulmasında depremlerin rolü oldukça fazladır.
20. Yüzyılın
başından itibaren Türkiye’de 85 yıkıcı deprem meydana gelmiş ve yaklaşık 85 bin
civarında can kaybına sebebiyet vermiştir. Yani ortalamada her 1,5 yılda bir
yıkıcı sonuçları olan depremler meydana gelmektedir. (6 Şubat 2023
Kahramanmaraş depremleri hariç)
20. yüzyılda büyüklük itibarıyla Türkiye
sınırları içerinde gerçekleşen en büyük deprem 1939 Erzincan depremi olmuştur.
İstanbul gibi, tarihte pek çok şiddetli depremlerle sarsılan Erzincan’ın 1939
yılında yaşadığı deprem 33 bin insanımızın canına mal olmuştur. 27 Aralık
1939’da 11 ili etkileyen, büyüklüğü 7,9 merkez üssü Erzincan olan bu deprem, 20.
yüzyılda dünyada gerçekleşmiş olan 8. büyük deprem niteliğindedir. Depremin
etki alanında 117 bin bina yıkılmış ve 230 bin kişi evsiz kalmıştır. Genç
Türkiye Cumhuriyeti üzerinde maddi ve manevi olarak büyük bir etki yaratan bu
depremin yaralarının sarılmasının akabinde, Erzincan kent merkezi zemin
parametreleri de gözetilerek kaydırılmış ve yeni kentte planlı imar
faaliyetlerine başlanmıştır. Depreme karşı dayanıklı binalar yapmak için ilk
defa tasarım ilkeleri çıkarılmıştır.
Ancak 53 yıl
aradan sonra 1992 yılında Erzincan yeniden depremle sarsılmış, 6,8
büyüklüğündeki deprem 653 can kaybına 8057 binanın hasar görmesine veya
yıkılmasına sebep olmuştur.
Her iki
Erzincan depremi de ülkede afetlere bakış açısında değişikliklere sebebiyet
veren olaylar olma özelliğine sahiptir. 39 Erzincan Depremi afetlere müdahale
konusunda devletin yapılandırılması yönünde önlemlerin alınması ile yapı ve yer
seçimi konularında bilincin gelişmesine vesile olurken, 92 Erzincan Depremi
afetlerle mücadelenin sadece “yara sarma” işi değil aynı zamanda “önlem alma”
meselesi olduğunu ön plana çıkarmıştır. Ayrıca güçlendirme kavramı ve
uygulamaları görünür olmaya başlamış, mühendislik hizmetlerinin ve mevzuatının
yeterliliği tartışılır olmuştur.
Erzincan
depremleri şehirleşmenin önemi hakkında da önemli ipuçları vermektedir. 39
Depreminden sonra yapılan kent planlarında en çok 3 kata kadar yapılaşma izni verilirken,
1978 yılında 4 kat, 1990 yılında ise 6 kata kadar izin verilmiştir. Kent
içerindeki bu yoğunlaşmaya paralel olarak gelişmeyen belediye imkanları,
mesleki teknik hizmetler, kalitesiz inşaat yapma alışkanlıkları, bilinçsizlik
ve denetimsizlik 92 depreminin de bir felakete dönüşmesine vesile olmuştur.
1999 Gölcük
depremi 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş depremlerine kadar Türkiye Cumhuriyetinin
yaşamış olduğu 2. büyük depremiydi. 7,4 büyüklüğündeki bu deprem tüm Marmara
bölgesini etkilemiştir. Deprem 20 bin civarındaki yurttaşımızın canına mal
olurken 50 bin civarında yaralanmaya sebep olmuştur. Bölgede yaklaşık 113 bini
yıkık ve ağır hasarlı olmak üzere toplam 365 bin bina hasar görmüştür. 99 depremlerinin
can ve mal kayıplarının yanı sıra ekonomiye de etkisi büyük olmuş, 2001
ekonomik krizinin önemli sebeplerinden birini teşkil etmiştir.
1999 Gölcük
ve Düzce depremleri sadece ruhsatsız (kaçak) ve ruhsata aykırı yapıların hasar
gördüğü bir deprem olarak değil, ruhsatlı ve yapı kullanma izni olan birçok
yapının da önemli ölçüde hasar aldığı bir deprem olarak da tarihe geçmiştir.
Asıl olarak
Marmara Depremi, ülkemizin depreme bakış açısının değişmesinde bir milat olma
özelliği taşımaktadır. Depremlere karşı mücadelenin toplumsal olarak yeniden
örgütlenme ve dönüşüm ile mümkün olabileceğini ortaya koymuştur. Hemen hemen
her kurum, güvenli ve sağlıklı bir yaşam, yapılaşma ve çevre için nelerin
yapılması, ne tür önlemlerin alınması gerektiği konularında sonraki 10-15 yıl
boyunca fikirler oluşturmuş, öneriler geliştirmiştir.
İnşaatlarda
kullanılan malzemelerin (demir, beton vs.) kalitelerinin artırılmasına yönelik
adımlar, yenilenen deprem yönetmelikleri ve haritaları, yeni bir yapı denetim
mevzuatının varlığı toplumda 2001 sonrası yapılan yapıların daha güvenli
olduğuna dair bir kanaat oluşturmuş olsa da, durumun sanıldığı gibi olmadığı 20
yıllık zaman diliminde hiçbir konuda yeterli hazırlıkların yapılmadığı 6 Şubat
2023 Kahramanmaraş depremleriyle ortaya çıkacaktır.
Kısaca Afet Yönetimi:
Afetler
sonuçları itibarıyla sadece can kaybı ve yapısal hasarlara sebep olmuyor, aynı
zamanda sosyolojik, psikolojik ve ekonomik kalıcı hasarlar da yaratıyor.
Günümüz dünyasının üretim ilişkilerinin karmaşıklığı ve dengesizliğinin yanı
sıra nüfus artışı çarpık kentleşmeye ve doğanın tahribatına neden oluyor. Bu
durum toplumların ve yaşam alanlarının afetler karşısında kırılganlığını
artırıyor. Böylesine karmaşık kentlerin afetler karşısında kırılganlığını
azaltmak için ortaya koyulan afet planlaması ve afet yönetimleri de aynı oranda
karmaşık bir hal almaktadır.
En basit
haliyle Bütünleşik Afet Yönetimi;
1- Risk ve Zarar Azaltma
2- Hazırlık
3- Müdahale
4- İyileştirme
başlıkları
altında ele alınmakta ve her bir başlık onlarca alt başlıklar dahilinde makro
ve mikro planlamaya, stratejilere, eylem planlarına, organizasyonlara ve maddi
kaynaklara ihtiyaç duymaktadır. Ayrıca bunlar afet cinslerine göre de
farklılaşabilmekte ve her birisi ayrı ayrı teknik, sosyal ve yönetsel
çözümlemeleri gerekli kılmaktadır.
Yaşam alanları
ne kadar sorunlu ise Afet Yönetimi ve Planlaması da o denli zorlaşmakta ve
kaynak ihtiyacı artmaktadır. Hükümetlerin, devletlerin, yerel yönetimlerin
sorumluluk ve görevleri de aynı oranda artmaktadır. Bu görevlerin
yapılabilmesi, öncelikli olarak siyasi yönetimlerin samimi isteği ve eylemi ile
mümkündür. Çünkü bu faaliyetler için önemli bir kaynak gerekmektedir.
Afet
Yönetiminin Risk Yönetimi kısmı yukardaki aşamalardan ilk 2 evreyi, Kriz
Yönetimi kısmı ise 3. ve 4. aşamalarındaki çalışmaları içermektedir. Diğer bir
deyişle Afet Yönetimi, afet olduktan sonra arama-kurtarma vb. çalışmalar
değildir. Afet sonrası yapılan ilk çalışmalar acil müdahale ve ön iyileştirme
çalışmalarıdır. Türkiye’de afet alanında yapılan acil müdahale çalışmalarının
“Afet Yönetimi” sanılması büyük bir yanılgıdır. Ayrıca Türkiye için Afet
Yönetimi ciddi bir sürdürülebilir kalkınma problemidir; asla ve sadece arama ve
kurtarma çalışmaları değildir.
Afet Risk
Azaltma çalışmaları yeterince yapılmadan “Afet Kriz Yönetimi”nde başarılı olmak
asla mümkün değildir.
Kahramanmaraş
Pazarcık ve ardından Elbistan merkezli sırasıyla 7,7 ve 7,6 büyüklüğünde iki
büyük depremin meydana geldiği bu doğal afette başarısızlığın birinci nedeni,
bu bölgedeki riskin, deprem olmadan önce yapılması gereken Risk Yönetimi’nin
kriz anı ortaya çıkıncaya kadar yönetilebilecek seviyeye kadar indirgenmemiş
olmasıdır. Bu nedenle Afet Yönetimi’nin ilk ve en önemli aşaması Risk ve Zarar
Azaltma’dır.
Risk ve Zarar Azaltma:
a) Tehlike
Analizi
b) Risk
Analizi
c) Risk Azaltma
- Önleme
- Sakınım
- Risk ve Zarar Azaltma
- Risk Transferi
d) Risk İletişimi
e) Uluslararası Risk Azaltma
Politikaları
Afetlerde arama-kurtarma ile baş
edebilmek için mutlaka “riskin yönetilebilir” olması gerekir. Bu nedenle
öncelikle mevcut riskler belirlenip “riskin azaltılması” yoluna gidilmelidir.
Son depremde de en büyük problem afet yönetiminin bu temel ilkesinin ihlal
edilmesidir.
Olası afetin boyutu yönetilebilir
seviyeye indirgendikten sonra sıfırlanamayan, yani artık (residual) risk için
hazırlık yapılır. Yani yönetilemeyecek boyuttaki afet riski için afete hazırlık
yapılamaz, kolay yapılamaz, başarılı olunamaz.
Afet riski önce “yönetilebilir” ve
“tolere edilebilir” seviyeye indirgendikten sonra, afet yönetiminin ikinci
aşaması olan “Hazırlık” aşamasında şunların yapılması gerekir:
Hazırlık:
a) Olay Komuta Sistemi (OKS)
b) Planlama
c) Tahmin ve Erken Uyarı
d) Tatbikatlar
e) Eğitim
Son depremdeki meydana geldiği
gözlemlenen koordinasyon eksikliği, komuta sistemi, planlama, eğitim ve
tatbikatların bölgede ve bölgeye yardıma gidecek olan çevre illerdekilerin
yeterli olmadığını açıkça göstermektedir.
Afet olduktan sonra yapılması gereken
çalışmalar şunlardır.
Müdahale:
a)
Etki ve İhtiyaç Analizleri
b)
Olay Yeri Yönetimi
c)
Ön İyileştirme
Afetzedelere müdahale için ilk anlarda
yapılması gereken ilk çalışmalar afet etki ve ihtiyaç analizleridir. Son
depremlerin ilkinin gece yarısı olması ve havanın bölgede bulutlu ve yağışlı
olması uydulardan optik görüntü alınmasını engellemiştir. Bölgedeki haberleşme
sisteminin çökmesi nedeniyle de karakol, muhtar vb. kişi ve birimlerden haber
alınmasını da zorlaştırmıştır.
Ayrıca yıkılan bina sayısının binlerce
olması, her olay yerine yetişmeyi ve enkazları yönetmeyi fazlasıyla
zorlamıştır.
Bu da ardışık meydana gelen
Kahramanmaraş Pazarcık ve Elbistan depremlerinde oluşan bu yıkımı “yönetilemez”
bir boyuta taşımıştır. Bu yönetilemez yıkım riskinin zamanla bölgede oluşmasına
müsaade edilmiş olması inanılmaz bir hatadır.
Kısaca Risk Tanımı
Yerleşme alanlarında
doğal ve insan yapımı kaynaklı tehlikelerin; insanlara, hizmet üretimine ve
üretim sürecine, özel ve kamu tesisi yapılarına verebileceği etkinin tahmin
edilmesi risk konusu olarak gündeme gelmektedir.
Olası bir
deprem, afet ya da toplumsal krizde, zamanında ve etkin bir müdahale ile var
olan potansiyelin doğru bir biçimde kullanılması için, kentsel alanlarımızda,
özellikle orta ölçekli ve büyük kentlerimizde mevcut durumun değerlendirilerek
risklerin belirlenmesi gerekmektedir. Bu noktadan hareketle “risk
sektörlerinin” ve “risk yönetiminin” geliştirilmesi gerekmektedir.
-
Kentsel
dokudaki riskler,
-
Uygun
olamayan arazi kullanımları ile ilgili riskler,
-
Yetersiz
açık alan riskleri,
-
Tehlikeli
maddelerden kaynaklanan riskler,
-
Tarihi
ve kültürel mirasla ilgili riskler,
-
Yaşam
hatları ve ilişkili riskler,
-
Bina
stoklarındaki riskler,
-
Çevre
ve doğal hayata dair riskler
Söz konusu
risk sektörlerinin kapsamı ve amacıyla birlikte, risklerin hangi yöntemle belirleneceği
ve bu risklerin yönetiminde kimlerin sorumlu olduklarının tanımlanması gerekmektedir.
Deprem riskinin
azaltılması konusunda, hangi kentte olursa olsun ilk önce mevcut tehlike ve
risklerin belirlenmesi, daha sonra azaltılması, kısaca deprem güvenliği olan yapılaşmanın
sağlanması gerekmektedir. Sağlıklı bir yapı üretim düzeninin kurulması ve bu
üretimin gerçekleştirilmesinde temel yaklaşım bu olmak durumundadır. İkinci
yöntem, mevcut riskin azaltılması, yani var olan yapı stokunun yenilenmesi veya
güçlendirilmedir. Üçüncü yöntem ise sigortalama yoluyla mali riskin transfer edilmesidir.
Kentlerimizde
tehlike yaratacak alanlardaki mevcut yapı stokunun risk faktörü oldukça fazladır.
Bu alanlar;
a- Heyelan tehlikesi,
b- Tsunami tehlikesi,
c- Dere yatakları ve vadi tabanları,
(su baskınları)
d- Sıvılaşma tehlikesi,
e- İnsan yapımı kaynaklı tehlikeler
–teknolojik, parlayıcı ve patlayıcı tehlikesi olan
alanlardır.
Türkiye, dünyanın
afetle karsı karsıya kalabilecek önemli coğrafi risk alanlarından birisi olarak
gündemdeki yerini korumaktadır.
Öte yandan
ülkemizde;
-
Son
derece düşük standartta, denetimsiz, mühendislik hizmeti almayan kaçak yapı
stoku oldukça fazladır.
-
Projeler,
mühendislik kurallarına uygun olarak yapılmamış daha çok, ruhsat almanın eki ve
formalitesi haline dönüşmüştür.
-
Taşıyıcı
sistemi ile oynanan yapılar oldukça fazladır.
-
Doğal
bir olayla karşılaşmadan, kendiliğinden yıkılan yapılarımız mevcuttur.
-
Denetlenmeyen,
bir bütünlükten yoksun imar, yapılaşma ve kullanım biçimleri vardır.
-
Kent
içlerinde yüksek tehlike gösteren konumlarda bulunan kamu kullanım alanları vardır.
-
Konut
alanlarıyla iç içe olan tehlikeli, yanıcı, patlayıcı, kirletici maddeleri işleten,
depolayan yerler vardır.
-
Olabilecek
kayıplarla orantılı önlemlerin alınmasını sağlayacak kurumsal ve toplumsal
bilinç yoksunluğu vardır.
Kısaca Yapı Stokumuzun Durumu
Son 20 yıl
içerinde başta depremler olmak üzere doğal afetlerin verebileceği zararları
önlemeye yönelik pek çok metin hazırlanmıştır. Hazırlanan bu metinler, AFAD’ın
2011 yılında yapmış olduğu geniş tabanlı bir çalışma ile Ulusal Deprem Stratejisi
ve Eylem Planına dönüştürülmüş ve büyük çoğunluğu 2017 tarihinde bitirilmek
üzere 2023 yılında tamamlanması hedeflenmiş ve Bakanlar Kurulu Kararı olarak
18.08.2011 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
2017 yılına
kadar bitirilmesi hedeflenen bina envanterinin tamamlanamamış olması hatta
resmi kurumlar hariç başlanamamış olması, mevcut yapı stokunun
iyileştirilmesini de mümkün kılmamaktadır. Bu
binaların tespiti ne yazık ki deprem tarafından son derece ağır bedeller
karşılığı yapılmaktadır. Elazığ depremi sonrası 15.424 bina ağır hasar
görmüş bunlardan 586’sı yıkılmıştır. İzmir’de yıkık ve ağır hasarlı bina sayısı
666, orta hasarlı bina sayısı 688 olmuştur. 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş
depremleri sonrası, 30 binin üzerinde binanın yıkıldığı düşünülürken, yetkililerin
18 Mart 2023 tarihinde açıkladığı verilere göre yıkılacak bina sayısının (Acil
Yıkılacak ve Ağır Hasarlı) 298.448 olduğu anlaşılmaktadır.
On yıllardır
Türkiye’nin en acil ihtiyacı olan Riskli Yapı tespitinin bugüne kadar
yapılmamış olması dönüşüm politikalarının da gerçekçi bir şekilde tespit
edilmesine olanak tanımamaktadır. 2021 tarihli TBMM Depreme Karşı Alınabilecek
Önlemlerin Ve Depremlerin Zararlarının En Aza İndirilmesi İçin Alınması Gereken
Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu
raporundan anlaşıldığına göre riskli bina tespitine ilişkin yöntemin bile
belirlenmemiş durumdadır.
Ayrıca kamu
binaları hakkındaki bilinmezlik devam etmektedir. Örneğin okulların, yurtların,
kreşlerin, hastanelerin sayısı, ne kadarının tarandığı, ne kadarı hakkında
yıkım, güçlendirme veya kullanım kararı verildiği, ne kadarının yıkıldığı veya
güçlendirilecekse projelerinin yapıldığı ve ayrıca ne kadarının güçlendirildiği
konusu kamuoyunun bilgisi dahilinde değildir.
Türkiye
genelinde MEB’e bağlı okulların büyük oranda tarandığı tahmin edilmektedir.
Bölgesel çalışmalardan yola çıkılarak yapılan matematiksel tahminlere göre
taranan okulların yaklaşık %30’unun yıkılıp yeniden yapılması, %30’unun
öncelikli olarak güçlendirilmesi, %30’unun 2. Kademe olarak güçlendirilmesi ve
yaklaşık %10’unun sorunsuz olduğu düşünülmektedir. Yine yapılan tahminlere göre
yıkılması gereken okullar içinde, yıkılıp yeniden yapılanların oranının %35-40
civarında, güçlendirilmesi gerekenler içindeki güçlendirme oranının %10-15
civarında olduğu tahmin edilmektedir.
2020 Resmi
verilerine göre İstanbul’da 3.647’si devlet 3.790’ı özel olmak üzere toplam
7.437 okul bulunmaktadır. İPKB (İstanbul Proje Koordinasyon Birimi) verilerine
göre İstanbul’da 375 okul yıkılıp yeniden yapılmış, 878 okul ise
güçlendirilerek toplam 1.253 okul binası güvenli hale getirilmiştir. Geri kalan
devlet okulları ile ilgili herhangi bir bilgi mevcut değildir. Hatta 3.790 adet
özel okul ile ilgili durumun ne olduğu tam bir bilinmezliktir. Yapı önem
katsayısı konut, işyeri gibi binalara göre %50 fazlası olan okulların, özel
okulların çoğunlukla apartman binalarından bozma yapılarda hizmet verdiği
bilinen bir gerçektir. Bu durum Türkiye’deki özel okulların geneli için
geçerlidir. Dolayısıyla tehlikenin boyutları görünenden daha fazladır.
Aynı durum
hastaneler için de geçerlidir. İstanbul’da 53’ü kamu hastanesi 178’i özel
hastane olmak üzere 231 adet hastane bulunmaktadır. Devlet hastanelerine
ilişkin çeşitli önlemlerin alındığı kabul edilse bile özel hastanelerin
durumlarının ne olduğu meçhuldür. Hastanelerin de yapı önem katsayısı açısından
normal binaların %50 fazlasıdır. Buna rağmen bazı özel hastanelerin “İmar
Barışından” faydalanmayı amaçladıkları fakat Sağlık Bakanlığının buna izin
vermediği bilinmektedir.
Yine
üzerinde durulması gereken bir husus öğrenci yurtlarıdır. İstanbul’da 24’ü KYK
yurdu ve 90’ı yatılı okul pansiyonu olmak üzere 114 devlet öğrenci yurdu olduğu
ilgili kaynakların verilerinden anlaşılmaktadır. Yine 2020 İSMEP verilerine
göre 38 yurt binası depreme hazırlıklı hale getirilmiştir. Gerisi ile ilgili
kamuoyuna sunulmuş herhangi bir bilgi yoktur. Bundan daha vahimi İstanbul’da
devlet yurtlarının dışında 502 adet özel yurt bulunmakta ve fakat bunlarla
ilgili deprem taramasının bile yapılıp yapılmadığına dair herhangi bir bilgi
mevcut değildir.
Kısaca,
-
Deniz
kıyıları, dolgu alanları, dere yatakları ve çevresi ciddi bir riskle karsı
karsıyadır.
-
Kentlerimizdeki
benzin istasyonları, yanıcı, zehirleyici ve kirletici maddelerin işlendiği,
depolandığı ve dağıtıldığı yerlerde ciddi bir risk vardır. Bu tür aktiviteler
çoğu kez iskan alanlarıyla iç içedir.
-
Var
olan yapı stokunun büyük çoğunluğu, deprem yönetmelikleri dikkate alınarak
yapılmamıştır. Yapılar ya mühendislik hizmeti olmadan üretilmiştir ya da
yeterli düzeyde mühendislik hizmeti almamıştır.
-
Binaların
güçlendirilmesine ilişkin yeterli ve kurumsal ölçekteki bilgiler son derece
yetersizdir.
-
Okullar,
hastaneler, itfaiye binaları ve diğer kamu binalarının deprem güvenlikleri belirsizdir.
Bu yapılar risk taşımaktadır.
-
Tarihi
ve kültürel yapılar büyük bir risk altındadır.
-
Sanayi
ve ticaret yapıları, endüstri tesisleri, toplu insanların çalıştığı iş yerleri
önemli deprem riski taşımaktadır.
Kısaca İmar Afları
İmar afları, imar uygulamalarının her
zaman ayrılmaz bir parçası olmuştur. 1950 sonrası dönemde, imarla ilgili
yasaların yok sayılması kaçak yapılaşmanın artmasının önemli bir nedeni
olmuştur. Bu tür kaçak olarak yapılan yapılara yasallık sağlamak için “imar
affı” kavramı gündeme getirilmiştir. Yasalara aykırı olarak üretilen yapıların
“imar aflarıyla” bağışlanması ile kaçak yapıların/yapılaşmanın yasallaşması
sağlanmıştır. İmar afları, kentte oluşan rantların haksız bir şekilde
birilerine transfer edilmesine, aynı zamanda yasadışı ve hukuksuz bir yapı
kültürünün ortaya çıkmasına önemli ölçüde katkı sağlamıştır.
Ayrıca, orman alanları üzerine kurulan
lüks konut alanları, Üniversite kampüsleri, tarım arazileri üzerindeki yapılar,
yapılaşmaya kapalı olan kıyı alanlarına yapılan turizm tesisleri, kent
merkezlerinde yapılan kaçak ticaret merkezleri, tapu kaydında “inşaat
yapılamaz” hükmü olan, buna karsın imar hukuku açısından bir dizi skandal
yaratılarak yapımı tamamlanan, aynı zamanda yasal olarak yıkılması kesinleşen
gökdelenler ve benzeri kaçak yapılar, yapı kültürü açısından toplumda ortaya
çıkan yozlaşmaya vesile olmuştur.
Getirilen imar afları, kentsel
alanlarda imarlı ve imarsız, yapılaşma sürecinde de ruhsatlı ve ruhsatsız olmak
üzere denetimsiz, mühendislik hizmeti almayan, son derece niteliksiz bir yapı
stokunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
1985 yılında, 3194 sayılı imar yasası çıkarılmış,
bir yıl sonra çıkarılan 2981 sayılı “imar affı” yasasıyla da ıslah imar
planları kapsamındaki uygulamalar yoğun olarak yaşama geçirilmiş ve kentlerin
biçimlenmesinde etkin olmuştur. Yine 1986–1988 yılları arasında 3290, 3366 ve
3414 sayılı yasalarla af kapsamı genişletilerek, bu tür yapıların aynı zamanda
alt yapı hizmetlerinden yararlanmasına da kolaylıklar getirilmiştir.
İmar aflarının sonuncusu, “imar
barışı” adı altında 2018’de 7143 sayılı
“Vergi ve Diğer Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”
ile 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen Geçici 16. Madde ile yürürlüğe girmiştir.
Hiçbir teknik inceleme gerektirmeden sadece yapı sahibinin beyanı ve yatırdığı
harç ile yasallaşan bu tür yapılar, tüm depremlerde olduğu gibi 6 Şubat
depremlerinde de yaşanan yıkımın önemli sebeplerinden birini oluşturmaktadır.
Kaçak yapılar veya mevcut yapılara
yapılan müdahaleler ile cinsi, niteliği, yapı alanı değiştirilerek oluşturulan
yapılar, yapı güvenliği olmayan, planlama, mimarlık ve mühendislik
süreçlerinden geçmemiş, teknik olarak sağlık ve güvenlik koşulları belirsiz
yapılardır. Bu türlü yapılar sadece yapı sahibini değil tüm toplumu
etkilemektedir. Dolayısıyla yapı sahibiyle devletin barışması gibi bir kavram
söz konusu değildir.
Kısaca Kentsel Dönüşüm
Kentsel dönüşüm için tek sorun sadece
yüksek risk taşıyan yerleşim alanları değildir. Standardı düşük ve niteliksiz
yapılar da kentsel yenileme ve dönüşüm yerleri olarak görülmektedir. Yenileme
alanlarına yönelik uygulamaların planlı bir şekilde yapılması ve dönüşümün
kentsel yaşamın odak noktasında insan olduğunun bilinciyle gerçekleştirilmesi
gerekmektedir. Nüfus ve yapı yoğunluğunun dikkate alınarak kent bütünlüğü
içerisinde düşünülecek bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Ayrıca kentsel donatı
alanlarının bilim ve bilgi ölçüsünde ele alınıp değerlendirilmesi de
gerekmektedir. Kentsel dönüşüm; oturma, konaklama, okul, iş yerleri ve benzeri
yerleşim yerlerinin ulaştırması ve diğer alt yapı sorunlarının giderilmesi
temelinde bütünlüklü bir kent planlaması kapsamında ele alınmalıdır. Var olan
yapı stokunun özellikleri dikkate alınarak dönüşüm modellerinin öncelikleri de
belirlenmelidir.
Mühendislik,
mimarlık ve şehir planlama disiplinlerinin bilimsel, sosyal, kültürel,
toplumsal ve yasal gereklilikleri ile teknik ilkelerini görmezden gelerek,
ormanları, kıyıları, doğal kaynakları hiçe sayan, kent tarihini, kültürünü yok
eden, toplumu ve kentleri kimliksizleştiren bir “Kentsel Dönüşüm” kabul
edilemez. Bir deprem ülkesi olma gerçeğinden hareketle, devletin Anayasal
görevlerinden biri olan, sağlıklı, güvenli ve yaşanabilir kentler kurabilmek ve
yaşanabilir bir çevre oluşturabilmek için öncelikle sürece katılacak tüm
aktörlerin yer aldığı örgütlenme biçimleri oluşturulmalı ve finans kaynakları
tarif edilmelidir. Zira sağlıklı yapı üretiminin zorunluluğu herkesin üzerinde
ortaklaştığı bir konudur. Ayrıca hukuksal alt yapının kamu yararına uygun
olacak şekilde düzenlenerek ortaya çıkacak olan “rantın” kent ve kentli
yararına olacak şekilde kullanılması kentsel dönüşümün öncelikleri arasında yer
almalıdır.
-
6306
Sayılı Kanun, tüm yasaların üstünde tutulmakta, TOKİ ve idareye, denetim
mekanizması işletilmeksizin son derece geniş yetkiler verilmekte ve bu yolla
tüm planlamalar askıya alınmaktadır. Bir diğer yandan özellikle Ekim 2016’da
yapılan Yönetmelik değişikliği ile bir alanın “riskli alan” ilan edilebilmesi
için neredeyse kağıt üzerinde veya birkaç kaba gözleme dayanmak yeterli hale
getirilmiştir. Bu durum teknik bir analiz ve yönteme dayanmaksızın riskli alan
belirlenimlerine gidileceği yönünde endişelere yol açmaktadır.
-
Kanunun
konut hakkını merkeze almaktan çok inşaat sektörünü canlandırma amacına hizmet
etmesi nedeniyle hak sahipleri bankalar eliyle borçlandırılmaktadır. Riskli
alan ve rezerv alan ilan edildikten sonra plan ve projelerin hazırlanma
aşamasında imar uygulama yetkisinin de tek taraflı olarak durdurulması hak
sahiplerinin mağduriyetine ve belirsizliğe yol açmaktadır. Ayrıca gayrimenkul
sektörü menkulleştirilerek mülkiyet hakkı yok edilmektedir.
-
Yık-yap
anlayışının ve rant eksenli düzenlemelerin ortaya çıkardığı yoğunluk artışları
ulaşım sorunu başta olmak üzere yeni alt yapı sorunları yaratmaktadır.
Güçlendirilerek korunacak yapılar dahi yık-yap anlayışı nedeniyle
yıkılmaktadır. Proje alanındaki yapılar riskli olup olmamasına bakılmaksızın
değerlendirilip kanun hükümlerine tabi tutulmakta, bu durum da mağduriyetlere
sebep olmaktadır.
-
Deprem
riski az olan bölgelerde deprem korkusu yaratılarak yeni yapılaşma alanları
açılmak istenmektedir. Bu bağlamda riskli alan ilanları bilimsel araştırmalar
temelinde belirlenmemekte yeşil alanlar, sosyal dokular, yoğunluğu az olan
yerleşimler acımazsızca yok edilmektedir.
-
Parsel
bazında yapılan yık-yap anlayışı ile konut alanları küçülmekte, arttırılan
konut sayısı, yoğunluk ve yüksekliklerle kentleşme ilkeleri yok sayılmakta, nüfus
artışı ile birlikte, kentler telafisi zor fiziki ve demografik değişimlerin
nesnesi olmaktadır.
-
Sadece
bina ölçeğinden hareket edilmesi ile birlikte planlama anlayışı devre dışı
bırakılmakta ve sosyal eşikler de aşılmaktadır. Yapılan planlarda ise kaynaklar
hakça dağıtılmamakta, vatandaşa ucuz konut edinme imkânı sağlanabilecekken,
yeni eşitsizlikler yaratılmaktadır,
-
Çoğunlukla
planlama esasına dayalı bir yol izlenmese de, planlama esnasında kentsel donatı
ve rezerv alanları yeterince dikkate alınmadığı için kentte bulunan tüm boş
alanlar ve birçok sosyal donatı alanı yapılaşmaya açılmakta, kent belleği ve
kent kimliği ortadan kaldırılarak kültürel miras yok edilmektedir. Kentlerin
fiziksel değişimi ön plana alındığından sosyal, tarihi, kültürel faktörlerin
korunması ve geliştirilmesine ilişkin tedbirler yetersiz kalmaktadır.
-
Kent
sıcaklıklarının artması, ısı adalarının oluşması, doğa alanlarının tahrip
edilmesi ve hava kirliliği eko sistemin bozulmasına ve insan yaşamının olumsuz
bir şekilde etkilenmesine neden olmaktadır.
-
Deprem
afetine hazırlanma amacıyla yapıldığı belirtilen kentsel dönüşüm uygulamaları
nedeniyle afet riskleri artmakta, kentsel yapılaşmanın geçirimsiz yüzeyler
yaratması ve 20-30 metre derinlikte yapılan kazılar doğal drenaj sistemini
bozmakta, kentlerimiz su baskınlarıyla karşı karşıya kalmaktadır.
-
Yerel
Yönetimler devre dışı bırakılarak tüm uygulamalar merkezi hükümet eliyle hayata
geçirilmekte, yerel halk karar alma mekanizmalarının dışında bırakılmaktadır.
-
Projeye
başlanmadan önce alanın mimari-sosyal-kültürel vb özellikleri ortaya çıkartılıp
yapılacak olan yeni kentsel tasarımdaki kriterlerin bunlara göre belirlenerek
kişilerin bu tarz kaygıları giderilmelidir. Kentsel dönüşüm projesinin
uygulanmaya çalışıldığı bölgelerde yaşayan paydaşların aynı yerde yapılacak
konutlarda iskan edilmeleri sağlanmalı, bir anlamda yerinde dönüşüm
yapılmalıdır.
Kısaca Eğitim (Yüksek Öğretim)
Bir bütün
olarak eğitim ülkemizin sorunlu konuları arasındadır. İlköğretimden başlayarak
yükseköğretimin sonuna kadar; niteliği, işlevselliği, yeterliliği, pahalılığı,
istihdam olanakları hep tartışılmış, eğitim bileşenleri sorun tespitinde olduğu
gibi çözüm önerilerinde de ortaklaşmış, ancak bu ortaklık siyasi erkin üzerinde
beklenen etkiyi yaratmamıştır. Sorunlar bir türlü çözülememiş, çözülemediği
oranda da artarak geleceğe taşınmıştır. İnşaat mühendisliği eğitimi de, sorunlu
bütünün parçalarından biridir. Özellikle 2006 yılından başlayarak bir ihtiyaç
analizine, plan ve programa bağlı olmayan şekilde, niteliği göz ardı eden ve
niceliği önemseyen bir anlayışla inşaat mühendisliği eğitimi veren üniversite
sayılarındaki artışlar, buna paralel meydana gelen kontenjan artışları, son
tahlilde işsizliği bir “kalifikasyon!” sorununa indirgeyen bir anlayışla
birleştiğinde Ülkemizin bu gününün ve geleceğinin harcanarak, sorumluluğun bu
üniversitelerde okuyan gençlerin üzerinde bırakılması ile sonuçlanmıştır.
Ülkemizdeki mühendislik eğitiminin
belli bir planlamaya göre yapılmadığı, özel üniversitelerin bölüm açma reflekslerinin
günlük piyasa kurallarına göre oluştuğu, o dönem hangi meslekler popüler ise
birer “müşteri” olan öğrencilerin yönelimlerinden nemalanma çabasına girildiği,
devlet üniversitelerinin ve bölümlerinin ise büyük oranda siyasal popülizm
sebebiyle açıldığı bilinen bir gerçektir.
Başta mühendislik mimarlık eğitimi
veren üniversiteler olmak üzere tüm ara eleman (tekniker-teknisyen) yetiştiren
kurumlar, ustalık-kalfalık eğitimi veren kuruluşlar yeniden
yapılandırılmalıdır.
-
Üniversiteler ve
Yüksek Okullar verdikleri eğitimin niteliği gereği çağının gerekliliklerine
uyan, afet bilincini oluşturan, gerekli-yeterli donanıma, imkanlara ve
kadrolara sahip, yeni gelişmelere açık şekilde yeniden oluşturulmalıdır.
-
Popülist
politikalara göre oluşturulan çağdaş eğitim verme olanaklarından yoksun tüm
kurumlar kapatılmalıdır.
-
Akademik
kadrolaşmada liyakat ön planda tutulmalıdır. Akademik çalışmalar ve buna bağlı
unvanlarda hassas, özenli ve bilimsel etiğe uygun davranılmalıdır.
-
Üniversiteler ve
Öğretim Üyelerinin sektörlerle ticari ilişkiler içerisine girmeleri
engellenmeli, üniversitelerin kendi mezunlarıyla rekabet eder hale gelmesi
önlenmelidir. Üniversitelerin sektörlerle ilişkileri ARGE faaliyetleri veya
özel proje danışmanlığından öteye geçmemelidir.
-
Öğrenci
kontenjanları ihtiyaca göre belirlenmeli mühendislik mimarlık eğitimlerine
anlamlı düzeyde barajlar konulmalıdır.
-
Her öğrenciye
yurt imkanları ve rahat yaşam olanakları sağlanmalı, karşılıksız ve şartsız
burs verilmelidir.
-
Üniversitelerin
bütçeleri ile akademik personelin ücretleri artırılmalıdır.
-
Üniversiteler
özerkleşmeli YÖK kaldırılmalıdır.
Kısaca Dünden Bugüne Yapı Denetimi
Ülkemizde, 1930 yılında yürürlüğe
giren 1580 sayılı “Belediye Kanunu” ve “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu”, 1933 yılında
yürürlüğe giren “Belediye Yapı ve Yollar Kanunu”, 1944 yılında yürürlüğe giren
“Yer Sarsıntılarından Evvel ve Sonra Alınacak Tedbirler Hakkında Kanun”, 1948 yılında
yürürlüğe giren “Bina Yapımı Teşvik Kanunu” gibi düzenlemelerle yapıların
denetimi sağlanmaya çalışılmıştır.
Ancak 1950 sonrası yaşanan yoğun
göçlerin yanı sıra, plansız ve programsız sanayileşme, kaçak yapı ve çarpık kentleşmeyi
hızlı bir şekilde artırmıştır.
1956 yılında Belediye sınırları ve mücavir
alanlarda yerleşme ve yapılaşmaları bir planlama bütünlüğü içerisinde ele almak
amacıyla, 6785 sayılı “İmar Kanunu” yürürlüğe girmiştir. Ülkemizin konut, yerleşme,
sanayileşme ve yapılaşma süreçlerini daha etkili bir şekilde yönlendirmek ve
denetlemek amacıyla 1958 yılında İmar ve İskan Bakanlığı kurulmuş, buna rağmen hızlı
ve çarpık kentleşme, denetimsiz ve kaçak yapılaşma hızla artmıştır.
1972 yılında, 1605 sayılı yasa ile
6785 sayılı imar Yasası’nın kapsamı; Metropol kentler, bölge ve alt bölge planları
kavramını da getirecek şekilde genişletilmiştir. Ancak bu süreçte de hızlı ve çarpık
kentleşme, denetimsiz ve kaçak yapılaşma davam etmiştir. 1980 sonrası dönemde
ise fiziksel planlama süreçlerinin merkezi yönetimin yönlendirmesi çerçevesinde
gelişemeyeceği anlayışıyla, İmar planlama yetkisi “yerel yönetimlere” bırakılmıştır.
3194 sayılı İmar Yasası, yerleşme
yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların plan, proje, fen, sağlık ve çevre
şartlarına uygun gelişmesini sağlamak amacıyla düzenlenmiştir. 3194 sayılı İmar
Yasası’nda, yapı denetiminin birinci unsuru olan proje denetimi yerel
yönetimlere (valilik, belediye ve ruhsat vermeye yetkili idareler), ikinci
aşamada ise yapıların denetimi fenni mesul (teknik uygulama sorumlusu)olarak
adlandırılan ve serbest çalışan mühendis ve mimarlara bırakılmıştır.
3194 sayılı yasa kapsamında yapım
sürecinin denetlenmesine katılan Mühendis ve Mimarlarda sadece diploma şartı
aranmıştır. Bu sürece katılan meslek insanlarının sicillerinin tutulması,
denetlenmeleri, mesleki yetkinliklerinin olup olmadığı konularında herhangi bir
kriter aranmamıştır. Sorumlulukları ve yetkileri açık olmayan ve ücretlerini
yapı sahibinden alan bu kişiler, formalitenin tamamlanması için ruhsat almanın
bir eki olarak imzalarını kullanmışlardır. Ayrıca, birçok yerel yönetimde
mühendis ve mimarin bulunmaması, bulunsa bile gerekli mesleki yeterliliğe sahip
olmamaları, etkin ve nitelikli bir proje ve yapı denetiminin yapılamamasına
neden olmuştur.
Yapı sahiplerinin yeterli bilgi ve
bilince sahip olmaması nedeniyle, yapı güvenliği konusunda toplumsal bir talep
ve baskının oluşması da sağlanamamıştır. Sonuç olarak ne yapı projeleri, ne de
yapı üretim süreci (yapılar) yeterli düzeyde denetlenememiştir.
Kısaca Mevcut Yapı Denetim Sistemi
2001 yılında
çıkarılan 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun özel Yapı Denetim
Kuruluşları ve Laboratuvarları ile denetimin daha sağlıklı yapılabileceğini varsayılmıştır.
Oysa kurgulanan bu sistem ile denetim hizmetinin kamusal niteliği yok sayılmış
ve denetim hizmeti ticarileştirilmiştir. Halbuki yapı denetim hizmeti piyasa
dengelerine ve serbest piyasanın rekabetçi koşullarına terk edilebilecek bir
konu değildir.
Mevcut
sistemin asli unsurları olan yapı denetim kuruluşları doğası gereği kâr
amaçlıdır. Devlet bu kuruluşlar üzerinde etkin bir denetim mekanizması da
kuramamıştır. Dolayısıyla Yasa kapsamında, inşa edilen yeni yapıların, istenilen
düzeyde, güvenli, sağlıklı ve kaliteli olması sağlanamamıştır.
2019 yılına kadar müteahhitlerin kendi
denetim şirketlerini belirlediği bir sistem yürürlükte olmuş ve 18 yıl boyunca
müteahhitlerin kendi denetçilerini seçmesiyle yapı denetimi işleri yürümüştür. Bu
sayede müteahhitler açısından hem zaman kaybı hem de maliyet artıcı unsur
olarak değerlendirilen mühendislik hizmetleri yaygın olarak ikinci planda
kalmıştır.
2019 yılından sonra müteahhidin
kendisinin denetçiyi belirleme sisteminden çıkılarak havuz sistemine geçilmesi sorunları
çözmeye yetmemiştir. Görevini yapan mühendislere inşaat sahasında gerek
müteahhit gerekse müteahhidin personeli tarafından taciz ve şiddet olaylarında
artış gözlenmektedir.
Yapı denetim sistemi içinde, kurucu ortakları
da dâhil olmak üzere proje, uygulama ve malzeme denetimiyle görevlendirilen ya
da şantiye şefi olarak çalışan çok sayıda mühendis ve mimar yer almaktadır.
Sistem, bünyesindeki her bir aktör için farklı sorunlar barındırmaktadır.
Yapı Denetim Kuruluşlarının ortakları
verilen hizmet için alınan bedellerin azlığından şikâyet etmekte; denetim
hizmetlerinde yaşanan kalite sorununu, “imzacı” tabir edilen,
çalıştırılmaksızın imzası kullanılan mühendislere ve fiilen çalıştırılan
mühendislere ödenen ücretlerin yetersizliğini devlet tarafından belirlenen bu
bedelin yetersiz kalışına bağlamaktadır. Bu yakınmalarda haklılık payı vardır
elbette. Zira devlet 595 sayılı KHK ile oluşturulan yapı denetim sisteminde (2000
yılında çok kısa bir süre uygulamada kalabilmiştir) %4-8 oranında belirlediği
hizmet bedelini müteahhitlerin baskıları ile 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında
Kanunun sürecinde önce %3’e sonra da %1,5’e düşürmüştür. Hizmet bedelleri
üzerinde bu kadar oynanması ve giderek azaltılması dahi yapı denetim sisteminin
nitelikli yapı üretimini sağlama hedefinden ne kadar uzak olduğunun, hukuki
deyimle “şekli zorunluluk”tan dolayı oluşturulduğunun açık bir göstergesidir.
Öte yandan Yapı Denetim Kuruluşları
düşürülen ücretlerine karşılık en büyük maliyet unsuru olarak gördükleri
mühendis ve mimarların ücret ve giderlerini kısmaya çalışmakta, nitelikli
işgücünden kaçınmakta ve hatta hizmet almadan teknik elemanların imzalarını
kullanma yoluna gitmektedirler.
Ayrıca, teknik kadroların nitelikleri
ve yapabilirlikleri sorgulanmaksızın yapı denetim sisteminde görev
üstlenebilmeleri bir başka sorundur.
Denetim hizmetlerini yapanlar, yapılan işin önemi gereği bilgi, deneyim
ve uzmanlık sahibi olmak durumundadır. Ancak sistem bu tür elemanların görev
yapabilmesine olanak sağlamamaktadır.
Tüm bunlara rağmen işini doğru yapmaya
çalışan bazı yapı denetim kuruluşları, ne yazık ki haksız rekabet karşısında
mağdur duruma düşmektedir.
Mevcut Yapı Denetim Yasasının öngördüğü, ticari yanı ağır
basan yapı denetim şirketi modeli yerine; denetim hizmetlerinin kamusal bir
hizmet olarak verilmesini sağlayacak, uzmanlık ve yapılan işin önemini ve
sorumluluğunu bilen yapı denetçilerinin etkinliğine dayalı, meslek odalarının
sürece etkin katılımına olanak sağlayan yeni bir denetim süreci modeli hayata
geçirilmelidir.
- ÖNCE YETKİN
MÜHENDİSLİK: Mühendislik hizmetlerinde özellikle yapı alanlarında hizmet veren
teknik kadroların bilinçli ve bilgili olmaları kamu çıkarları açısından son
derece büyük bir önem taşımaktadır. Halkın can ve mal güvenliğinin korunması,
ulusal kaynakların doğru kullanılması, bilgi ve bilinç düzeyinin artmasıyla
doğru orantılıdır. Yüksek öğretim kurumlarında verilen mühendislik eğitimi
seviyesi ne olursa olsun temel eğitim niteliğindedir. Ayrıca bir mühendislik
dalının pek çok alt dalları bulunmaktadır. Bir mühendisin sadece dört yıllık
bir eğitim ile unvanını taşıdığı meslekte ve alt dallarının tamamında
uzmanlaşması ya da yetkinleşmesi fiilen mümkün değilken taşıdığı unvan
nedeniyle tüm alanlarda yetkilendirilmiş olması bir çelişkidir. Bu çelişkiden
faydalanan ise mühendisin bilgisinden ziyade imzasına ihtiyaç duyan çıkar
çevreleridir. Dolayısıyla 1938 yılından bugüne değiştirilmemiş olan 3458 sayılı
Mühendislik ve Mimarlık Kanunu değiştirilmeli Meslek Odalarının kendi
meslektaşlarını yetkinliklerine göre belgelendirme ve yetkilendirme hakkı
getirilmelidir.
- Yapı
Denetim Sisteminde proje denetimi ve
uygulama denetimi birbirinden ayrılmalı, kamu bünyesinde ülke genelinde
ihtiyaç duyulan yer ve miktarda idari özerkliğe ve güvenceye sahip “Etüt ve Proje Denetim Birimleri”
oluşturulmalıdır. Bu birimler denetledikleri projelerin ölçek ve özelliklerine
göre sınıflandırılmalı ve yetkilendirilmelidir. Bu birimlerde ilgili tüm meslek
disiplinlerinin yeterli düzeyde istihdamı sağlanmalı, görev yapacak sorumlu
denetçi İnşaat Mühendisleri Meslek Odası tarafından belirlenmiş Yetkin
Mühendisler olmalı, çalışan tüm mühendis ve mimarlar ilgili meslek kuruluşları
tarafından sertifikalandırılmalı, yaptıkları görev ve aldıkları sorumlulukların
karşılığı oranında ücretlendirilmelidir.
- Yapı
Denetim Kuruluşları doğrudan kamu tarafından görevlendirilmiş birimler olarak
çalışmalıdır. Yapı Denetim Kuruluşları ile müteahhit ve/veya yapı sahibi
arasında herhangi bir mali ve idari bağlantı olmamalı Yapı Denetim ücretleri
doğrudan kamu tarafından ödenmeli ve bu kuruluşlar doğrudan kamuya karşı
sorumlu olmalıdır.
- Yapı
Denetim Kuruluşları için sorumluluk sigortası zorunluluğu getirilmelidir.
- Hazır
beton üreticileri de sisteme entegre edilip, yükümlülükleri ve uygulanacak
yaptırımlar tanımlanmalı ve takibi yapılmalıdır.
- Yapı
Denetim Kuruluşlarının ortaklarının içerisinde Meslek Odası tarafından
belgelendirilmiş en az bir taneYetkin İnşaat
Mühendisi bulunmalı ve onun sorumluluğunda diğer denetçiler ve kontrol
elemanları çalışmalıdır.
- Yapı
Denetim Kuruluşunda görev yapacak mühendis ve mimarlar sorumluluklarına göre
meslek kuruluşlarınca belgelendirilmeli, takibi yapılmalıdır.
- Yapı
Denetim Kuruluşlarında çalışan tüm görevliler kamu görevlisi statüsünde olmalı,
ücretleri, iş güvenceleri ve özlük hakları teminat altına alınmalı, ücretleri
TMMOB tarafından belirlenen asgari ücretin altında olmamak kaydıyla görev,
yetki ve sorumluluklarına görekademeli olarak
belirlenmelidir.
- Gerek
Etüt ve Proje Denetim Birimlerinde gerekse Yapı Denetim Kuruluşlarında görev
yapan mühendis ve mimarlar için mesleki sorumluluk sigortası getirilmelidir.
- Yapı
Denetim Kuruluşlarının oluşmasından, görevlendirilmesinden ve takibinden
sorumlu olan tüm kurullarda Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğine bağlı
ilgili Odaların temsilcileri yer almalıdır.
- Nitelikli
proje hizmetlerinin verilebilmesi için Meslek Odalarının önündeki engeller
kaldırılmalı, proje hizmeti veren Mühendis ve Mimarlar için Odaların
yetkilendirme ve denetleme hakkı olmalı,
proje hizmet koşulları ve ücretleri Odalar tarafından belirlenmelidir.
- Müteahhitlik iş,
işleyiş ve ilişkilerini belirleyen özel bir kanun çıkarılmalı ve sorumlulukları
belirlenmelidir. Kamu müteahhitleri gibi yeterlilik kriterleri getirilmeli
teknik kadro, finans, donanım ve iş bitirme kriterleri koyularak titizlikle
uygulanmalıdır.
- Yapı
alanı 1500 m²’yi geçen her yapım işinde tam zamanlı olarak bir Şantiye Şefi
bulundurulması zorunlu hale getirilmelidir.
- Şantiye
Şeflerinin işveren (müteahhit) ile yapacağı hizmet sözleşmeleri ilgili Meslek
Odası tarafından belirlenen tip sözleşmeler çerçevesinde olmalı, Şantiye
Şeflerinin alacakları ücretler TMMOB’nin belirlemiş olduğu ücretlerin altında
olmamalıdır.
- Şantiye
Şeflerinin belgelendirilmesi ve bu belgelendirmeye esas eğitimleri ilgili
Meslek Odası tarafından yapılmalıdır.
- Sistemde
görev alan tüm mühendis ve mimarların sicilleri kayıtlı oldukları Meslek Odaları
tarafından tutulmalıdır.
- Tüm
yapılar, yapım ve kullanım özelliklerini koruyup korumadığının tespiti amacıyla
ve ilgili kamu kurumlarının sorumluluğu altında, imara aykırılık, yapısal
elemanlardaki değişiklik ve hasar-deformasyon oluşup oluşmadığı bakımından
periyodik olarak denetlenmelidir.
Kısaca Sonuçlar
1-
Özellikle son 20 yıl içerisinde başta depremler olmak üzere tüm afetlere
yönelik politikaların ve atılması gereken adımların tüm boyutlarıyla neler
olması gerektiği konularında, başta kamu kurumları ve karar organları olmak
üzere hemen her kurum tarafından raporlar, planlar hazırlanmış ve kararlar üretilmiştir.
Ancak son depremler sonuçları itibarıyla göstermektedir ki, alınan kararlar ve
yapılan çalışmalar büyük oranda palyatif kalmış durumdadır. Dolayısıyla
öncelikle sağlam, kararlı ve istikrarlı bir siyasi irade ile kamunun ihtiyaç ve
menfaatlarını gözeten, meselelere bütüncül ve bilimsel bakabilen politik bir
anlayışa ihtiyaç vardır.
2-
Afetlere hazırlık çalışmaları kaynak ve zaman gerektiren uzun soluklu
çalışmalardır. Yani siyasi kadroların ihtiyaç duyduğu ve kendi dönemlerinde
yapıp bitirebilecekleri gösterişli yapılar/faaliyetler olma özelliğine sahip
değildir. Dolayısıyla gerek merkezi, gerekse yerel yöneticilerin esnetip
gevşetemeyeceği yasal düzenlemeler yapılmalı, kaynakların doğru ve yerinde
kullanımı için önlemler alınmalı, aksine davranışların hukuki ve cezai
yaptırımları olmalıdır.
3-
Rant odaklı imar düzeni ile yapılaşmada kuralsızlığın ve cezasızlığın hakim
olması kaçak yapılaşmanın önünü açmakta bunun sonucunda da imar afları zorunlu
hale gelmektedir. Unutulmamalıdır ki, yozlaşma kültürü büyükten başlayıp küçüğe
doğru yayılmaktadır. Sermaye gruplarının, “güçlü” kesimlerin inşaatlarına göz
yumup tam tersine özel düzenlemelerle hukukileştirmeye çalışılmak toplumun
geneline emsal teşkil etmektedir. İmarda kural kuraldır. Merkezi ya da yerel
siyasi/iktisadi aktörlerin çıkarlarına göre delinmemelidir.
4-
İmar planları doğayı ve toplumsal yaşamı etkileyen, şekillendiren bütüncül
planlardır. Afet risk haritaları, mikro bölgeleme çalışmaları, büyüme
projeksiyonları, ulaşım ve alt yapı planları gibi alt çalışmalar üzerine
şekillenen bilimsel ve teknik içerikli çok yönlü çok bileşenli çalışmalardır. Bu kriterlere göre hazırlanmayan veya özel
uygulamalarla sürekli delinen/değiştirilen planlar, sağlıklı yapılaşmanın
önceli olan sağlıklı kentleşmeyi olumsuz etkilemektedir. İmar planlarının
sağlıklı bir şekilde oluşturulması ve sürdürülmesi nitelikli katılımcılıkla
mümkündür.
-İster
yeni alanlar üzerinde yapılan çalışmalar, ister mevcut planlar üzerindeki
tadilatlar olsun her türlü imar çalışması şeffaf, katılımcı ve tekniğine uygun
olmak zorundadır.
-Tarımsal
ve riskli alanların yapılaşmaya açılması sınırlandırılmalı, sorunlu, zayıf
zeminlerde yüksek katlı konut ve benzeri yapılar için yapı izni verilmemelidir.
İstisnai durumlarda kural ve kriterler titizlikle belirlenmeli ve
denetlenmelidir.
-Özellikle
çok katlı konut yapılarında yapısal düzensizlik yaratan uygulamalara son
verilmelidir.
5-
Sağlıklı yapılaşma, nitelikli bilimsel/teknik kurallar, nitelikli eğitim, nitelikli
mesleki hizmetler, nitelikli müteahhitlik ve nitelikli kamusal denetim ile
mümkündür.
Metne pdf formatında erişmek için tıklayınız.